26 Şubat 2013 Salı

ortaya tammmmm karışık :)






"Dindarlık değil, göstermelik ibadet arttı..."
Hayatımızdaki gölgelerin çoğu;
kendi güneşimizin önünde durmamızdan oluşur..
Ya ağlamasın hiç kimse
Ya da gülmesin şu her zaman gülenler

Ya kimsede olmasın para denen illet
Ya da paylaşmasını öğrensin paralı millet.

Ya kimse söylemesin sevdiğini
Ya da yapsınlar sevginin şu asıl tarifini.

Ya şu bayramlar hiç yaşanmasın
Ya da bayramlarda et yemeyen kalmasın

- Atalay DEMİRCİ

Bunları Biliyor muydunuz?



Bir çok hastalığın ana sebebini anlamak için, lütfen aşağıda aktarılan bilgileri dikkatlice ve özenle okuyalım, paylaşalım.

* Vücut su kıtlığı çektiğinde kandaki suyu kullanırsa,
YÜKSEK TANSİYON hastalığına yakalanırız.

* Vücut su kıtlığı çektiğinde omurlardaki suyu kullanırsa,
BEL VE BOYUN FITIĞI hastalığına yakalanırız.

* Vücut su kıtlığı çektiğinde kemiklerdeki suyu kullanırsa,
gut - atrit gibi romatizmal hastalıklara yakalanırız.

* Vücut su kıtlığı çektiğinde akciğerdeki suyu kullanırsa,
ASTIM hastalığına yakalanırız.

* Vücut su kıtlığı çektiğinde pankreastaki suyu kullanırsa,
ŞEKER hastalığına yakalanırız.

* Vücut su kıtlığı çektiğinde midedeki suyu kullanırsa,
ÜLSER hastalığına yakalanırız.

* Bağırsaklarda su eksilirse, kabızlık meydana gelir ve
KOLON kanseri olma tehlikesi yaşarız.

* Hücrenin su eksikliği çok artarsa, beynimiz hücreye oksijen göndermeyi keser. Oksijen kesilmesi sonucunda da hücre KANSERLEŞME sürecine girer !!!...

Hasta olmamak için vücüdumuzu susuz bırakmamalıyız.
Alkali - Canlı su içmeliyiz. Alkali ve canlı olmayan sular ne kadar çok içilse de vücut yine susuz kalmaktadır !!!...
Çağımızın en büyük problemi ; içilen ölü sulardır !!!

Hasta değil susuzsunuz .....

20 Şubat 2013 Çarşamba


illa ki sağlık olsun






Çoğu zaman öğretmen olmayanların haksız eleştirilerine maruz kalıyoruz. Tatilse evet, yaptık iki ay paşalar gibi... Seminerse yazıldık, gittik, katıldık. Sen mesaini akşama kadar sigaraydı, çaydı, kahveydi, muhabbetti diye doldururken, ürettiğin sadece belki ömrü birkaç senelik ürünken ya da bilgisayar ekranındaki rakamlarken, ben insanla uğraşıyorum. Senin geleceğini çiziyorum. Otobüste ayakta kalma diye, yaşlandığında sana saygı duyulsun diye çalışıyorum. Hesaplarının içi boşaltılmasın, berber saçını doğru kessin, çöpçü çöpünü düzgün toplasın diye uğraşıyorum. Bunları da sadece 1600 lira + maksimum 450 liraya yapıyorum. Sorsam çok para diyebilirsin. Eğer bazı meslektaşlarımı görmüşsen, işini eksik yapan ya da önemsemeyen ; herkesi öyle sanmamalısın. Uzaktan anca "liseli" diye geçip gittiğin ya da "bırak Allah'ın ergenini" dediğin çocukla hiç 45 dakika konuştun mu? Hayata onun algılama penceresinden baktın mı? Yolda elinde sigara ile etrafındakilere tehditkar tavırlar sergilendiğinde üzüldün mü hiç? Hayatta 40 tane insanı karşına alıp, yaşlarının da 13-14 olduğunu bilmene rağmen onlara saygı duydun mu hiç? Ağızdan çıkan her şeyi kaydeden bu dimağlara karşı sorumlu olmayı hiç yaşadın mı?

İmkan yok kardeşim, kimse kusura bakmasın... Maaşının 600 lirası vergi olarak kesilen bir meslek yapalım, hala "yata yata para kazınıyorsunuz" deyin. Bunun adı yatmaksa, evet yatıyorum arkadaşım!!! Var mı itirazı olan???

19 Şubat 2013 Salı

HER ŞEY BENİM SEÇİMİM

ANLAMAK SEVMENİN BAŞLANGICIDIR....
BİR YERLERE VARMAK İÇİN ÖNCE KENDİNE UĞRAMALI İNSAN..İNSANIN GİDECEĞİ TÜM YOLLAR KENDİNDEN GEÇER..
VEEEEE BİR ŞEYİ GERÇEKTEN İSTİYORSANIZ BİR YOLUNU BULURSUNUZ, İSTEMİYORSANIZ DA BİR BAHANE...
YAPTIĞINIZ HER ŞEY SİZİN SEÇİMİNİZDİR....
Eğer bir yumurta dıştan gelen güçle kırılırsa yaşam biter.

Eğer bir yumurta içten gelen güçle kırılırsa o zaman yaşam başlar.

Büyük şeyler içten olur.

18 Şubat 2013 Pazartesi

öyle yaşa işte

Her zaman bir kitabın sonuna yaklaşır gibi yaşa.
Lunaparkta kaybolmuş gibi yaşa.
Oyuncak dükkanında kaybolmuş çocuğun iştahıyla yaşa.
Kaybolmuşluğu unut, etrafına bak!
Yüzmek gibi yaşa, boğulmak gibi değil.
Uçmak gibi yaşa, düşmek gibi değil.
Kuş sesleriyle bir ağacın gölgesinde uzanır gibi yaşa.
Kaşık kaşık çikolata yeyip, ellerini beyaz tişörtüne silen çocuk gibi yaşa.
Saatlere bakmadan yaşa.
Beklemeden yaşa.
Yorulmadan yaşa.
Bir tırtılın kelebek olma hayali vardır,
Senin de bir hayalin olsun.
Öyle yaşa işte!
Boynu bükük soru işaretlerini boşver! Dik ünlemlerin var.
Noktaları at çöpe, kucak dolusu virgül getirdim sana.
Tanrı’nın sana uzattığı beyaz kağıdı geri çevirme.
Yani diyorum ki;
Yaşa da,
Nasıl yaşarsan yaşa!

Mornie Menel

İkinizi de harcarım



Bir mahkeme salonu düşünün... Bir davada tanıklık etmesi için kürsüye yaşlı bir teyzeyi çağırırlar. 

Kadın yerine oturur ve davalının avukatı kadına yaklaşır...

- Bayan Jones... Beni tanıyor musunuz? Yaşlı teyze yanıt verir:

- “Ah evet Bay Williams sizi çocukluğunuzdan beri tanıyorum. Siz taa o zamanlar bile aileniz için tam bir baş belasıydınız. Sürekli yalan söylüyorsunuz, karınızı komşunuzla aldatıyorsunuz, en yakınım dediğiniz insanların arkasından konuşuyorsunuz, 2 dolar fazla kazanmak için herkesi satarsınız...”

Davalının avukatı başta olmak üzere bütün salon şok olur. Adam ne yapacağını bilemez bir halde kadına tekrar sorar :

- Peki Bayan Williams, ya karşı tarafın avukatını tanıyor musunuz?
Kadın yine yanıtlar:

- “Elbette tanıyorum. Çocukluğunda ona dadılık yapmıştım.. Tembel, ödlek ve alkolik adamın tekidir.. Etrafında bir tek dostu yoktur ve herkes onun hala geceleri altına kaçırdığını söylüyor..”
Yine herkes şokta.. Bütün salonu bir uğultu kaplar.. 

Hâkim kürsüye tak tak tak vurup herkesi susturur ve her iki tarafın avukatını da kürsüye çağırır ve ikisine de eğilmelerini söyleyerek kulaklarına şunu fısıldar...

- “Eğer bu kadına beni tanıyıp tanımadığını sorarsanız ikinizi de harcarım.”

Hakemler ve avukatlarda bizde



Bir devrin tüm as ve klas futbolcuları cennette buluşmuş. Cennetin baş meleği de futbol meraklısıymış. Şeytanı çağırtmış:
-"Cennetle cehennem arasında bir maç düzenleyelim ne dersin?"
-"Boşuna oynamayalım, biz kazanırız", demiş şeytan.
-"Olur mu en iyi futbolcular bizde, ne kadar da kötü futbolcu varsa sizde..."
Şeytan şeytanca gülümsemiş:
-"Ama bütün hakemler ve avukatlar da bizde..."

EV


EV
Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak:

- Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor ? dedim.

Hacı anne:

- Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz dedi.

Merak ettim, tekrar sordum:

- Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?

Hacı anne:

- Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda,ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz . . .

DEJA VU

“Déjà vu” çokça bilinen bir fenomendir.Ama bir de tersi var “Jamais vu” (jemevu).Bilindiği gibi dejavu anı daha önceden yaşadığınız hissidir, sözlük anlamı da zaten “önceden görülmüş” demektir.Yani aslında yaşamadığınız bir şeyi yaşamışlık hissi.Jemevu ise, aslında yaşadığınız bir olayı yaşamadığınızı sanmanızdır.
Leeds Üniversitesinde yapılan araştırmada, 95 kişiden 60 saniye içinde 30 kere “
kapı” yazmaları istendi.60 saniyenin sonunda katılanların %68′i “kapı diye bi kelime var mı ki ??” diye kendinden şüphe etmeye başladı yani jemevu belirtileri gösterdi.Bu da jemevunun beyin yorgunluğu ile alakalı olduğunun göstergesi.
“Dilimin ucunda” diye tabir ettiğimiz durumda bu iki sendromla alakalıdır.  Beynin, yorgunluk veya başka sebeplerden dolayı bir görüntü, ses, vb. herhangi bir girdiyi, giriş anı sırasında algılayamamasından kaynaklanabilir. Beyin bu girdiyi al
gıladığında kişi bu olayı daha önce yaşadığı hissine kapılabilir.

Kola araştırması

Kola Araştırması;

* İlk 10 dakikada: Kanınıza hemen 10 çay kaşığı kadar şeker girer. Bu normal günlük dozun 100 katı kadardır. Bulantınızın olmamasının nedeni içinde bulunan fosforik asiddir.

* İlk 20 dakikada: Kan şekeriniz aşırı şekilde yükselir. Bunun sonucu pankreasınızda aşırı derecede insülin salgılanır ve kan şekerinin fazlası karaciğerde yağ olarak depolanmaya başlar. 40 dakika içinde: Kafeinin tamamı dolaşıma girmiş olur. Kan basıncı yükselir, karaciğerden daha fazla şeker yapılarak kana geçer ve kan şekeri tekrar yükselir.

* 45 dakika içinde: Beyinde dopamin yapımı artar, mutluluk hissi başlar (eroinin etkisine benzer bir etki meydana gelir.)

* 60 dakika içinde: Ani açlık hissi oluşur.

Sonuç: Tekrar kolaya ve tatlılara saldırısınız. Bu kısır döngü devam ettiği süre karaciğer ve göbek yağlanması artar, vücudun tüm hücrelerinde leptin ve unsilin gelişir. Şişmanlık hastalığını başlatmıştır ve bütün dejeneratif hastalıkların nedenidir.

Bunları Biliyormusunuz

Eski Mısır'da tırnakları başta koyu kırmızı olmak üzere canlı renklerle boyamak asaletin simgesiydi. Köleler ve fakir kesim ise tırnaklarını soluk renklere boyarlardı


Boğalar renk körüdür ve doğal olarak KIRMIZIYA saldıramazlar. Saldırganlıklarının tek nedeni hareket eden pelerin ve matadora da sinirlenmeleridir.




Konserve açacağı konserve'nin keşfinden 48 sene sonra bulunmuştur.

(Açacak bulunmadan önce onun kadar pratik olmayan aletler kullanıldığı sanılıyor...)

Eski roma

Camdan hazırlanmış kaplar eski Roma' da altın ve gümüşten daha değerliymiş..

hadi hanımlar toplayın tüm camları...Eski Roma' ya gidiyoruz..
Sarışınların esmerlere göre daha fazla saçı varMIŞ..

YAŞASIN BENİM DAHA ÇOK SAÇIM VARRRR ........

İNSANI DÜZELTTİĞİNDE DÜNYA DA DÜZELİR


DÜNYAYI DÜZELTMEK
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu.

Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu.
Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu.
Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti.
Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
- Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim! dedi.
Sonra düşündü:
- Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
- Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz! dedi.

Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu.

Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:

- Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzeltiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti !

AVUKATLAR VE İLGİNÇ SAVUNMALARI


Avukatlar...
 "Uykusunda ölen bir insan, ertesi günün sabahına kadar bunun farkına varamaz, değil mi doktor?"

"En genç olan oğlunuz, hani şu 20 yaşında olan, kaç yaşındaydı?"

"Resminiz çekilirken orada mıydınız?"

"Yalnız mıydınız, yoksa kendi başınıza mıydınız?"

"Savaşta öldürülen kardeşiniz miydi yoksa siz miydiniz?"

"Sizi öldürdü mü?"

"Çarpışma esnasında araçlar arasında ne kadar mesafe vardı?"

"Oradan ayrılana kadar orada mı kaldınız?"

"Kaç kere intihar etmeyi başardınız?"

Soru: "8 ağustosta mı hamile kaldınız?"

Cevap: "Evet."

Soru: "peki o anda siz ne yapıyordunuz?"

Soru: "Üç çocuğunuz var, değil mi?"

Cevap: "Evet."

Soru: "Kaçı erkek?"

Cevap: "Erkek yok."

Soru: "Hiç kızınız var mı?"

Soru: "Merdivenler alt bodruma iniyor dediniz, değil mi?"
Cevap: "Evet."
Soru: "Peki bu merdivenler yukarı da çıkıyor muydu?"

Soru: "Bay X, geçen yaz kusursuz bir balayına çıktınız, değil mi?"
Cevap: "Evet, Avrupa'ya..."
Soru: "Eşiniz de sizinle geldi mi?"

Soru: "Ilk evliliğiniz niçin sona ermişti?"
Cevap: "Ölüm sebebiyle."
Soru: "Kim ölmüştü?"

Soru: "Şüpheliyi tarif edebilir misiniz?"
Cevap: "Orta boyluydu, sakalı vardı."
Soru: "Erkek miydi yoksa kadın mı?"

Soru: "Bugüne kadar kaç ölü üzerinde otopsi yaptınız, doktor?"
Cevap: "Bugüne kadarki bütün otopsilerimi ölüler üzerinde yaptım."

Soru: "Bütün cevaplarınız sözlü olmak zorunda, anlaştık mı? Şimdi, hangi okula gidiyorsunuz?"
Cevap: "Sözlü."

Soru: "Otopsiye başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz?"
Cevap: "Aksam 8.30 civarında başladık."
Soru: "Bay X o esnada ölü müydü?"
Cevap: "Hayır, sandalyeye oturmuş neden otopsi yaptığımı merak ediyordu."

Soru: "Idrar örneği verme imkânınız var mı?"
Cevap: "Kendimi bildim bileli yapabilirim."

Soru: "Otopsiye başlamadan önce Bay Xin nabzına baktınız mı doktor?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "Kalbini dinlediniz mi?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "Nefes alıp almadığını kontrol ettiniz mi?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "O halde siz otopsiye başlarken Bay X hala yaşıyor olabilir, değil mi?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, doktor?"
Cevap: "Çünkü adamın beyni masamın üstünde bir kavanozun içindeydi."
Soru: "Yine de hasta hala yaşıyor olamaz mıydı?"
Cevap: "Evet, hatta şu anda bir mahkeme salonunda avukatlık yapıyor olabilir

BARIŞ MANÇO...

Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalının canlı yayınına
konuktur. Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga
geçmektedir. Sürekli, " İşte Türk, yani barbar, vahşi vs... "
demektedir...
Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere " Yanınızda kâğıt para var mı?" diye sorar!
Bu soruya spiker şaşırır ve " Evet var ama n'olacak " der.

Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır.

Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir:

" Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir
Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan" (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992).

Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...

Barış Manço spikere sorar: " Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim? "

Spiker: "General ."

Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır, "General, Amiral, "Komutan" Spikerin bu "falanca
General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır...

Barış Manço der ki: Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy'dur. Şairdir... Bu fotoğraftaki kişi Mevlana'dır. Düşünürdür...

Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin sembolüdür...

Bu paradaki kişi ise Atatürk'tür. "Yurtta barış, dünyada barış" diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu,
kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına
şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamalarımızın fotoğraflarını bastık...

Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş Adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!" der...

Barış Manço'nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço'dan ve Türklerden özür diler...





pazartesi sendromu

Pazar günü öğleden sonra saat 14:00 civarında başlayan... İçinizde sanki kötü bir şeyler olacakmış gibi bir his yaratan ... Kalp çarpıntılarınızın artmasına neden olan veeeeeee Pazartesi sabahı yataktan sürünerek ve söylenerek kalkmanıza neden olan .....kk gibi bir duygudur..
Neyse ki giyinip süslenip evden çıkınca ortadan yok olan ve bir başka pazar günü gelene kadar hissetmek zorunda olmadığımız duygu yoğunluğuna uzmanların verdiği bir isimdir..
Ortaya biraz Karışık......

ÇANAKKALE

Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!

Dönemin Başbakanı Sayın Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır.

Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Sayın Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi:

“Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!” Turgut Özal'ın “Nasıl......?” sorusu üzerine şunu anlatmışlardı.

Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz.

Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazagi'ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki:

Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.

Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!”

Japon uzmanın cevabı tokat gibidir:

“Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”


SULTAN MURAT HAN


Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşallah?...

- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

- Nasıl yani?

- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:

- Kimdir bu?

Ahali:

- Aman hocam hiç bulaşma, derler.

Ayyaşın menhusun biri işte!...

- Nerden biliyorsunuz?

- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...

Bir başkası tafsilata girer:

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine…

Hele yaşlının biri çok öfkelidir:

- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada?! Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu:

- Nereye?

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem...

Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?

- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

- Basbayağı kaldırırız işte.

- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...

- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki; naaş, ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...

- Nasıl yani?...

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?

- Doğru! Öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Vezir, cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.

Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden
sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

- Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!...

- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye...

- Hayret!?.

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. “Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım!” derdi. “Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek...” O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hücceti İslam okurdum...

- Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki...

- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. “Öyle bir imamın arkasında durmalı ki…” derdi. “Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli...”

- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...

- Doğru, öyle ya?...

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

- Peki, o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü, sonra; “Allah büyüktür hatun” dedi. Hem padişahın işi ne?

ben


17 Şubat 2013 Pazar

HAYDİ GÜLELİM


Bir Japon, İstanbul’da geçirdiği bir haftanın sonunda fikri sorulduğunda şunları söylüyor:
Türker’in evine gittiğinizde, tanımasalar da buyur ediyorlar. Siz oturmadan kimse oturmuyor. Siz sofraya geçmeden kimse geçmiyor. En iyi yere sizi oturtuyorlar. Siz yemeğe başlamadan kimse başlamıyor. Zorla her yemekten tattırıyorlar. Siz kalkmadan kimse, evin çocuğu bile sofradan kalkmıyor. Çay, kahve, meyve, ikram bitmiyor. Herkes sizi rahat ettirmek için uğraşıyor. Kumandayı elinize veriyorlar. Sırtınıza, altınıza yastık konuyor. Yorgunluktan ölseler bile siz kalkmadan kimse gidip yatmıyor. Gitmeye yeltendiğinizde bu kez bırakmıyorlar. Yataklarını veriyorlar, kendileri kanepede, koltukta yatıyor.

Sonra evden çıkıyorsunuz aynı adamlar 180 derece değişiveriyor.
Herkes arabasını üstünüze sürüyor. Arabanın burnunu çıkarmazsanız kimse yol vermiyor. Kornalar, küfürler. Şerit değiştirmek bile mümkün değil. Yayaysanız ışık olmayan bir geçitten mümkünü yok geçemezsiniz.
Evde öyle, arabada böyle, nasıl oluyor?
Bu işi çözemedim.

GÖZLERİME BAK

Yağmurdan sonra büyürmüş başak, 
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak 
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış

NABER


HAYATTA KALMAYI NASIL BAŞARDIK




70 - 80 - 90' lı yıllarda mı büyüdün?
nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın? :)

1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları,
ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.

2.- Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.

3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi.
Ya da en azından kurşunlu, muhtelif ,
zehirli maddeler ile boyanmıştı.

4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin
ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde,
çocuk kilitleri yoktu...

5.- Kasksız bisiklete biniliyordu.

6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan,
yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu...

7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı,
hava kararmadan önce eve dönmekti.

8,- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde
gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz ...

9.- Okul öğlen bitiyordu...
Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.

10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu.Kendimizden başka kimse sorumlu değildi.

11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı
- çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak ...

12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk...
aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu.

13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Vídeo oyunlarımız,
99 kablolu kanalımız , Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU.

onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!!!

14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!!

15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada!
Korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu?
Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında
psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.

16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoğa gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.

17.- Özgürlüğümüz , üzüntülerimiz ,
başarılarımız , görevlerimiz vardı.

...ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.

Soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen
hayatta kalmayı başardık???

Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında
nasıl oldu da geliştirebildik???

Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar - fakat- bizler
çok güzel ve mutlu yaşadık!!

değil mi?

HİNDİSTANDA Kİ DÜĞÜNLER



Hindistan'daki düğün sezonu dünyada altın fiyatlarının yükselişi etkileyen en önemli faktörler arasında yer alıyor. Hindistan’daki düğünlerde bizdeki gibi yeni evli çiftlere altın takılıyor. Bizden biraz farklı olarak onlar bu işi biraz abartmış durumdalar. Mesela aileler yıllarca çocukları için altın biriktiriyor. Dünyada, yastık altında en çok altın Hindistan’da. 

AYAĞIMIZIN GİZEMİ


biraz da MODA